• Dünyada Kitap
    Sanatçılardan Mısır’a Çağrı Yüz yirmiden fazla sanatçı, Ahmet Naci’yi serbest bırakması için Mısır Cumhurbaşkanı el Sisi’ye bir mektup yazdı. Romanında cinselliğe yer verdiği gerekçesiyle yargılanan A(Devamını oku)
  • Kutsallıktan Yozlaşmaya
    Son yıllarda İspanyolca edebiyatın çağdaş örnekleri giderek daha fazla yer bulmaya başlıyor yayınevlerinin kataloglarında. Bir yandan Eduardo Galeano, Roberto Bolaño, Julio Cortázar, Javier Marías, Ju(Devamını oku)
  • Nejat İşler Bu Kez Kalemiyle...
    Oyuncu Nejat İşler bir zaman önce ciddi sağlık sorunları yaşamıştı. Sonra da bir süre için kabuğuna çekildi. İstanbul’dan, yani sanatın merkezinden uzakta, kendine bir dünya kurdu. O dünyada neler olu(Devamını oku)
  • Enver Aysever’in Aykırı Soruları
    “Soru sormadan özgür olabilir misin?” diye soruyor Enver Aysever. Uzun yıllar yaptığı televizyon programının da ismini taşıyan kitap, soru sormanın suç ve yasak sayıldığı bir coğrafyada ayrık otu olma(Devamını oku)
  • Yankı Yazgan’la Labirent’te
    “Labirent Yolculukları: Yaşantıların Psikolojisi ve Biyolojisi” isimli kitap, Çocuk Psikiyatrisi Uzmanı Yankı Yazgan’ın tam 25 yıl önce yayımlanan ilk göz ağrısı. Kitap, Yazgan’ın neyi, nasıl ve neden(Devamını oku)
  • İnsan Doğasının Karanlıklarına Doğru...
    Önce güneş tutulmasını andıran bir halka beliriyor ekranda, ardından köpüklere kanların karıştığı hareketli bir deniz. Boş bir sandalyenin siyah beyaz görüntüsünü, daha çok bir resim çerçevesine benze(Devamını oku)
  • İşigüzel’den Bir Dönem Romanı
    On yedisinde bir roman kahramanı Vuslat Emine. 1876’nın İstanbul’unda bir konakta anne babası, abisi ve iki kız kardeşiyle birlikte yaşıyor. Mutlu ve neşeli hayat, hamile olduğunu öğrenmesiyle bir and(Devamını oku)
  • Kürşat Başar’dan Bir Anı-Roman
    Zamana direnen çocukluğun, geçip gitmeyi reddeden anıların yazarı Kürşat Başar, bu kez kendi hayatının izini kendine has üslubuyla sürüyor… Yaşadığı ilginç tecrübeden eserlerine açılan dolambaçlı, sür(Devamını oku)
  • Kalp Kumbarasında Öyküler
    Yazmanın onun için bir baş etme biçimi olduğunu anlatır Etgar Keret. Kendisiyle yapılmış sayısız söyleşide yazdıklarının öykü olduğunu ilk başta düşünmediğini, onları bir kitap vesilesiyle okurla payl(Devamını oku)
  • Osmanlı’yı Nasıl Bilirdiniz?
    Sağımız solumuz Osmanlı olmuş, köprü yapılıyor adı Osman Gazi köprüsü, ülkenin başbakanı (bu yazıya başladık bitene kadar eski başbakan oldu gerçi) “yüzyıllık parantezi kapatmak”tan, “yeni Osmanlı” ol(Devamını oku)
  • Eleştiri Zaafiyeti
    Çocuk edebiyatı ve çocuk kitapları yayıncılığında eleştiri mekanizmasının yeterli olmadığını, standart kitap tanıtımı yazılarının ötesine geçip analitik ve eleştirel bakış açısıyla yazmanın ne denli ö(Devamını oku)
Sayı: 126 - Haziran 2016

“Zaman Oldukça Netameli Bir Kavram!”

Hasan Öztoprak'la Söyleşi: Selnur Aysever

Hasan Öztoprak’ın, on yıl aradan sonra kaleme aldığı “Kaderin Bir Cilvesi” romanının kahramanı Fuat Soylu, uykusuzluk hastalığına yakalanan ve bir anda kendini “gece” yaşantısında bulan bir tarihçi. Gece yaşantısı denince akla eğlence, alkol ve çapkınlık gelse de Fuat Soylu’nun hayatı bunlardan oldukça uzak. Bir sabahçı kahvesinde geçen ömrünün sonları, nadasa bırakılmış bir kalbin yeniden çarpmasına denk düşüyor. Ama bu “Kaderin Bir Cilvesi” için aşk romanı dememiz için yeterli değil.

Cumhuriyet’in ilk yılları, Fuat Soylu’nun modern zamanlara ulaşan evlilik yaşamı, darbe günleri, azınlıklar, dışlananlar, ötekileşenler, Gezi… Roman, Fuat Soylu’nun gecikmiş aşkının etrafında dönüyor gibi görünse de, okurun yaşamının içinde geçiyor desek yanlış olmaz. Sözü edilen toplumsal meselelerin hiçbiri hamasi bir dille yer almıyor romanda. Yazarın ya da kahramanın düşüncesi de yansımıyor romana. Sadece durum konuyor ortaya. Ne bir yerme ne de bir yüceltme söz konusu. Derinlemesine de ifade edilmiyor hiçbir konu. Bu sebeple, siyasi görüşü, bakış açısı, özel yaşamdaki tercihleri ne olursa olsun herkesin okuyabileceği bir roman çıkıyor ortaya.

On bölümden oluşan romanın her bir bölümü kendi içinde bir mesaj veriyor. Ben yaşamın anlamlı kılınması üzerine düşündüm sık sık. Hasan Öztoprak’ın kendi ifadesiyle, okuru böyle bir anlam arayışına yöneltmek gibi bir iddiası olmasa da, kanımca bundan kaçınılması mümkün değil.

Romanın ana teması olan gece - gündüz kavramını ben metafor olarak okusam da, yazar, tam da kelimenin gerçek anlamıyla bu kavramları işlediğini söylüyor. Romandaki kimi yan karakterlerin olağan yaşamları yaşamıyor olmaları, toplumun beklentilerini karşılamıyor olmaları da esasen gece ile gündüze bir gönderme niteliğinde. Röportajda kendisinin de söylediği üzere, gecenin bir anlamda kötüyü, gündüzün ise iyiyi ifade etmesi toplumsal bir kabule dönmüş. Bu durumda gecede kalan Fuat Soylu’yu yalnızlık karşılıyor yaşamda. Toplumun dayattığı bir evliliği, iş yaşamını, özel ilişkileri tercih etmeyenlerin kaçınılmazı gibi yalnızlık. Sadece duyarlı olmak, sorgulamak, düşünmek, reddetmek bile yalnız kalmaya yetiyor.

Roman karakteri Fuat Soylu’nun yeniden saatle buluşması onun yaşamı için iyiye işaret değil. Zamana direnmek zorunda. Sevdiklerine, zevklerine, uyumaya, okumaya, dinginleşmeye zaman bulamayan günümüz insanı için zamana direnmek ne kadar mümkün? Bu sorunun cevabını “Kaderin Bir Cilvesi” vermeyecek. Ne zaman varılacağı bilinmeyen son için, herkesin kişisel direnişinin başlangıcı olabilir; tabii okur bunu isterse…

Selnur Aysever: On sene sonra yeniden romanla buluşturdunuz okurunuzu. Nasıl hissediyorsunuz?

Hasan Öztoprak: Açıkçası heyecanlıyım. Okurlarımı biraz beklettim, belki de benden umudu kesmişlerdir. Bu arada pek çok yeni roman okuru adımla ilk kez karşılaşacak. Eski okurlarım yeni kitabımı nasıl bulacaklar merak ediyorum. Yeni okurlarımın ilk tepkilerini de. Her açıdan heyecan verici… Tabii bu on yılda boş durmadım. Her ikisi de ısmarlama olmasına rağmen, benim için son derece değerli iki kitap yayımladım: “Draman Hatırası” ve “İstanbul’un 72 Milleti”. Aslında, “Kaderin Bir Cilvesi”ne onlardan önce başlamıştım. Araya bu iki kitap girince ertelemek zorunda kaldım. Ama iyi ki de öyle olmuş, bu sürede roman sanatına bakışımı değiştiren pek çok roman ve roman kuramı üzerine kitaplar okudum. “Kaderin Bir Cilvesi” bu okumalardan sonra yeniden yazıldı desem yalan olmaz…

Selnur Aysever: Şiir, roman, inceleme ve anı kitaplarınız var. Hangi türde yazmak sizin için öncelikli?

Hasan Öztoprak: Uzun yıllar şiir yazdım, düz yazıdan da uzak durdum. O yıllarda ben ve bazı şair arkadaşlarım düz yazıya küçümseyerek bakardık. Bu arada şiiri de kutsallaştırmıştık. Gerçek böyle mi bilmiyorum. Bildiğim şu ki, aynı malzemeyi kullansalar da şiir ve düz yazı –bu arada roman da– tamamıyla farklı türlerdir, sözgelimi müzik ve roman ne kadar farklıysa o kadar farklıdırlar. Hatta şiir müziğe çok daha yakındır, derler. Şiirin malzemesini bir kez düz yazı için harcadığınızda şiir, bir daha size kolay kolay geri gelmiyor. İnceleme ve anı kitaplarıysa tam bir sürpriz oldu. Dediğim gibi ikisi de ısmarlamaydı. O türlere yeniden dönmem çok zor. Hangisi öncelikli sorusuna gelince… Anlatmaya çalışayım... Benim ilk romanım “İmkânsız Aşk”la son şiir kitabım “Kırklar Kitabı”nın basım tarihi aynı zamana denk gelir. Bir tesadüftü ama ben bir tür tenasüh gibi algılamak istiyorum... Yani, şiirlerimdeki ruhun şimdi romanlarıma göçmüş olmasını umuyorum. Böyle bakarsam, demek, ne yazarsam yazayım aslında hep şiir yazıyorum. İşin teknik/biçim kısmı çok da umurumda değil, ruhun ruh olma halidir önemli olan, hangi bedende olması daha az önemlidir. Bütün bunlardan hiç şiir yazmıyorum anlamı çıkmasın; hakiki şiir beni yılda bir iki kez yokluyor. Arada bir onları dergilerde yayımlıyorum ve şimdi 15 yıl boyunca biriktiler ve kitap olmak için sırasını bekleyen bir dosya haline geldiler…

Selnur Aysever: “Kaderin Bir Cilvesi” on bölümden oluşuyor. Her bölüm başlığının altında bir de cümle yazmışsınız. Bunları o bölümlerin mesajı, ana fikri gibi okumamız mümkün mü?

Hasan Öztoprak: Daha doğrusu şöyle demeli: o cümleler, ilgili bölümlerin dizeleridir… Aslına bakarsanız, bunları benim fantezilerim diye de okuyabilirsiniz. Doğrusunu isterseniz ben, o bölümlerin, hatta romanın ne mesajını ne de ana fikrini biliyorum. Yaptığım şu: sadece birkaç kahramanın izini sürdüm, onları gidebildiği yere kadar takip ettim ve hikâyelerini anlattım. Ana fikir ya da mesaj aramak benim değil eleştirmenin işi…

Selnur Aysever: Fuat Soylu, romanın kahramanı ve ifadenize göre bir “gündüz insanı”. Gece ve gündüz insanını tanımlar mısınız?

Hasan Öztoprak: Çok açık aslında: gündüz insanı hijyeniktir, temizdir, korunmaya ayarlanmıştır, güvenlikte kalmayı önemser; bunlara benzer daha pek çok şey sıralayabilirsiniz ve hepsi de egemen ahlakın vaazlarıdır. Gece insanı ise belirsizdir, gölge gibidir; bu yüzden ele avuca sığmaz. Gündüz insanının ihtiyaç duyduğu yukarıda saydığım kavramlarla alakası yoktur. O kavramların içinde ya da dışında değildir, farklı bir türdür aslında… Gündüz insanı karanlıktan korkar, geceyi aydınlatma çabası bu yüzdendir. Gündüz, gece insanını çıplak bırakır, o da bu yüzden geceyle örtünür; çıplak olmaktan çekinir ve karanlığa sığınır.

Selnur Aysever: “Geceyi gündüze çevirmekten başka çaresi olmadığını düşünüyordu Fuat Soylu. İnsanoğlu da asırlar boyu bunun için çabalamış durmamış mıydı?” cümlenizi bir metafor olarak okudum. Geceyi gündüze çevirmek mümkün müdür?

Hasan Öztoprak: Hayır, hayır… bu bir metafor değil, ben gerçeklerden bahsediyorum. İnsanlık, tarihi boyunca karanlığı, yani gece gelen doğallığı, suni ışıkla yok etmeye çalışıp durmuştur. Metafor olan, karanlıkla kötülüğü, ışıkla da iyiliği anlatmaya çalışmaktır ki benim kitabımda bu yok. Bakın, insanoğlunun karanlıkta yaşaması için ışığa hiç ihtiyacı yoktu, doğamız karanlıkta yaşamaya son derece uygundu. Bizler tıpkı hayvanlar gibi karanlıkta görebilirdik. Karanlıkta görme yetimizi suni ışık yok etti. Suni ışık da bir tür metadır, alınıp satılabilen, üzerinden milyonlarca lira kâr yapılan belki de en değerli meta ve hayatı kirleten bir meta. Bugün mücadele ettiğimiz termik santraller hep bu yüzden var. Geceyi gündüze çevirme çabaları da, gerçekte, egemenlerin bir tür ideolojisidir…

Selnur Aysever: Fuat Soylu, annesinin de etkisiyle çok okuyan biri haline geliyor. Yaşamının önemli bir yerine okumayı koyan birinin yalnızlaşması gibi bir “risk” söz konusu mu?

Hasan Öztoprak: Fuat Soylu okuyan biri ama çok okuyan biri mi emin değilim. Belki çocukluğu ve ilk gençliğinde! Okuduğu için mi yalnızlaşıyor yoksa yalnız olduğu için mi okuyor? Bu soru da ortada… Sizin sorunuza gelirsek yalnızlaşma aslında modern çağların bir fenomeni. İnsanı yalnızlaştıran pek çok şey var ve bunda liberal kapitalizm ve onun insan ilişkilerini dizayn etmesi başrolü oynuyor bana kalırsa. Kitapsa, şayet bir rolü varsa bile, en masumu olsa gerek.

Selnur Aysever: Kahramanın yalnızlığı, çelişkili dünya, haksızlıklar, ikiyüzlülüklerden sonra insanlardan uzaklaşmasıyla oluşuyor. Bir yönüyle tercih edilen bir yalnızlık diyebiliriz. Toplumdan kopmak ne kadar mümkündür?

Hasan Öztoprak: Bazen bir roman kahramanını bütün bir insanlıkla özdeşleştirebiliriz, ne de olsa kahramanın yolculuğu bir yerde insanoğlunun yolculuğuna denk düşer. “Kaderin Bir Cilvesi”nin kahramanları da aslında deminki soruda açıkladığım gibi düzen tarafından yalnızlaştırılmış kahramanlardır. Bu da hepimizin yalnızlaştırıldığı anlamına gelir. Böyle bakarsak insanların birbirlerinden uzaklaştırıldığını görebiliriz; her birimizin aynı anda, aynı adımlarla birbirimizden uzaklaştığını. Çünkü sistem bizim birbirimize yakın olmamızı istemiyor. Biz yalnızlığı tercih etmiş gibi görünüyor olabiliriz ama hayır, aslında farkında olmadan bizim için dizayn edilen şeyi yapıyoruz. Topluluğuz ama toplum muyuz? Sanırım hayır…

Selnur Aysever: Romanın bir yerinde, “zamana boyun eğmek onu tüketirdi” diyorsunuz kahramanınız için. İnsan ömrü zamana direnmekle mi geçer?

Hasan Öztoprak: Zaman kavramı oldukça netameli bir kavram! Bence zamanı kendi tecrübemizle tam olarak kavrayabiliriz. Herkesin kendi zamanı mı var? Belki öyle, belki de değil. Dolayısıyla bunu kahramanımızın kendi somutluğunda düşünmek daha doğru olur. Onun o an direnmesi gerekiyordu… Bunu ben genelleyemem…

Selnur Aysever: Roman kahramanı için zaman ağır geçiyor. Romanın da akışı sonuna doğru hızlanıyor. Genelde sakinlik, dinginlik hâkim. Böyle bir tercihiniz mi oldu, yoksa yazarken mi öyle gelişti?

Hasan Öztoprak: Oldukça önemli bir tespitte bulunuyorsunuz. Bunu söylemek bana düşmemeliydi ama sizin sezginizin değerini vermeliyim. Romanın kurgusu ile hikâyesinin birbirini tamamlaması, hatta hemhal olması sizin de işaret ettiğiniz bu “zamanın ağır geçmesi ve hızlanması” ile alakalı. Bu kendiliğinden oldu. Neden mi? Çünkü zaman görecelidir. Saniyeler nasıl ilerlese ilerlesin sizin zamanınız ağır ya da hızlı olabilir. Bu roman, tam da bunun romanı…

Selnur Aysever: “Hayatınıza bir amaç, bir anlam katabildiniz mi?” sorusu romanın özü gibi. Okurun kendi yaşamını düşünmesini mi istediniz romanda?

Hasan Öztoprak: Hayır. Böyle büyük laflar etmek istemem. Ben roman yazarken keyifle yazıyorum, okurun da keyifle okumasından başka bir dileğim yok. Eskiden olsaydı, yani çok eskiden, diyelim 50 bin yıl önce, insan için hayatının tek bir amacı olurdu: yemek bulmak… Hayatının anlamı bu denli yalındı. Şimdi her şey çok karmaşık ve bu soru her zaman havada asılı kalmaya mahkûm…

Selnur Aysever: Romanda darbe öncesi yıllardan, ülkücülükten, gizlenen Alevilik’ten ve nihayetinde Gezi’yle sonlanan bir bellek tazelemesine rastlıyoruz. Yorum olarak değil, durum / olay olarak yer vermeyi neden tercih ettiniz?

Hasan Öztoprak: Bu soru gerçekten önemli… Ama soruyu biraz daha genişletebiliriz: Mesela romanın bir yerinde Kürtçe konuşurken kısık sesle, Türkçe konuşurken yüksek sesle konuşanlar var. Yine gizlenen eşcinsellik var. Resmi söylemlerde yere göğe sığdırılamayan gerçekte ise ülkeye ayaklarını bastıkları andan itibaren ötekileştirilen Bulgaristan Türkleri var… Bunların hiçbiri de kurgu gereği olarak değil, sadece o halleriyle varlar. Yani bunlar öyle değil de böyle olsaydı da kurguda çok büyük bir değişiklik olmazdı. Peki, neden böyle? Çünkü biz her ne kadar görmezden gelsek, ötekileştirsek de bu insanlar da, bunlara uygulanan ayrımcılık da var. Ve bu ayrımcılık sadece sistem gereği değil, kendi farkındalığımızın da gelişmemiş olmasından. Ne zamanki bir eşcinsel, eşcinsel olduğu için değil; bir Alevi, bir Kürt, Alevi ya da Kürt olduğu için değil öyle olmalarına rağmen ve öyle olmaklıklarıyla bir insan olarak hayatımıza, romanımıza, filmimize girerse o zaman bir şeyler değişiyor diyebiliriz. İşte “Kaderin Bir Cilvesi”nin bir başka meselesi…

12 Eylül öncesi ve Gezi’ye gelirsek… Dediğiniz gibi sadece bir bellek tazelemesi, küçük bir kayıt, bir romancının yapabileceği kadar… Tabii bunlar üzerine müthiş hikâyeler de anlatıldı, daha da anlatılacak. Bana bir edebiyatçının yapabileceği en değerli şey ne diye sorsaydınız size, “Bir edebiyatçı insanın acılarının ve sevinçlerinin (Ama özellikle acılarının zira sevinçlere işaret etmek hiç de riskli sayılmaz) her şekilde altını çizebilmelidir, hiç es geçmeden” diye yanıt verirdim.