• Türkiye’de Kitap
    İyi Edebiyat için Yeni Mecra Fabula Kitap, ağustos ayında edebiyat dünyasına merhaba dedi. Amacının yalnızca iyi edebiyatın has okurla buluşmasına aracılık etmek olacağını ifade eden yayınevi yetkilil(Devamını oku)
  • Dünyada Kitap
    İlyada’ya Hayat Verildi British Museum geçen ay “İlyada”nın kesintisiz okunduğu bir etkinliğe ev sahipliği yaptı. Aralarında Rory Kinnear ve Ben Whishaw’un da bulunduğu altmış sanatçı on altı saat boy(Devamını oku)
  • Başkasının Hayatına Bakmak
    Her gün aynı güzergâhta teğet geçtiğiniz insanların hikâyelerini merak ediyor musunuz? Sizinle aynı sokakta yaşayanların, her sabah aynı vapuru yakaladıklarınızın, aynı akbil kuyruğunda bekleştiklerin(Devamını oku)
  • Sansürsüz Kafka
    Franz Kafka, Alman kültürü ve Yahudi kimliğinin arasında kalmış, hem topluma hem de kendisine karşı yabancılaşmış bir entelektüeldi. Nereye ait olduğunu bir türlü bulamamış, eserlerinde bu dünyadaki y(Devamını oku)
  • Sylvia Plath, Şiir ve İntihar
    Amerikan edebiyatının “lanetli tanrıçası” Sylvia Plath, son yıllarda yeniden okurlara farklı yapıtlarıyla ulaşıyor. En çok şair yanıyla tanınan Plath, trajik ölümüyle edebiyat tarihinde belki de gereğ(Devamını oku)
  • Sanatın Öyküsüne Devam...
    Sanatla, özellikle plastik sanatlarla azbuçuk ilgisi olanlar sanat tarihçisi E. H. Gombrich’in adını “Sanatın Öyküsü” kitabıyla birlikte anarlar. Bu çalışma, ilksel toplulukların üretiminden Mısır’ın (Devamını oku)
  • Absürt Bir Yolculuk Öyküsü
    David Duchovny, televizyon ekranı ve beyazperdeden çok yakından tanıdığımız, ama bir yazar olarak yeni tanıştığımız biri. 1990’lı yıllarda kült bir diziye dönüşen “The X-Files”ta başrol oynayan ve doğ(Devamını oku)
  • Başka Bir Shakespeare
    Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine çalışmalarıyla tanıdığımız Mehmet Kurtoğlu mercek altına aldığı yazarlara, dünya edebiyatının büyük ustalarından biri olan Shakespeare’i de ekledi(Devamını oku)
  • Prag’da Katilden Kaçış
    Ünlü Finli polisiye yazarı Salla Simukka’nın gerilim dizisi “Pamuk Prenses Üçlemesi”nin ikinci  kitabı “Kar Kadar Beyaz” raflarda yerini aldı.  Üçlemenin ilk romanı “Kan Kadar Kırmızı” Lumik(Devamını oku)
  • Önce “Deniz” Vardı!
    “Deniz Benim Kardeşim”, dünya edebiyat tarihinde yeni bir sayfa, yeni bir yol, yeni bir anlam arayışının mimarı olan Jack Kerouac’ın ilk romanıydı. Dahası, ilk eserinin ilk okurları akıl hastalığı şüp(Devamını oku)
  • Polisiyelerle Kuzey’e Bakmak
    Kapak fotoğrafını görünce aklıma geliyor... Filmi nerede, ne zaman, nasıl izlediğimi şimdi tam olarak hatırlayamasam da, etkisinden uzun süre kurtulamayacağımı düşünmüştüm. Ayrıntılar biraz olsun sili(Devamını oku)
  • Sahici Bir Peri Masalı
    Sophia Loren’in anılarını merakla okuyacağımı biliyordum bilmesine, ama diliyle bu kadar keyif vereceğini kestiremezdim. Üstelik bir süre içimdeki kuşku tohumlarını susturamadım. Film yıldızları, poli(Devamını oku)
Sayı: 117 - Eylül 2015

“Ana İzlek Erotizm ve Yalnızlık”

Nedim Gürsel'le Söyleşi: Ozan Ezgi Berberoğlu, Fotoğraf: Uğur Uçan

Nedim Gürsel kısa bir aradan sonra yeni öykü kitabı “Tehlikeli Sevişmeler”le karşımıza çıktı. Yirmi öyküden oluşan kitapta, kadın-erkek ilişkileri, zaman, geçmişle hesaplaşma, ayrılık ve yalnızlığın cinsellik ekseninde irdelendiğini görüyoruz. Bu temel izleği tüm öykülere sokan yazar aynı zamanda Türkiye’nin iki büyük sorununu da ayrı iki öyküde ön plana çıkarıyor: Radikal İslam ve Kürt mücadelesi. “Tehlikeli Sevişmeler”de Gürsel’in bundan önceki öykülerinden farklı bir üsluba yöneldiğine dikkati çekmek gerekiyor. Daha önceki eserlerinde yoğun olarak tasvirlere yer veren yazar, bu öykü kitabına diyalogları da dahil ediyor. Nedim Gürsel yeni öykülerini cinselliğin git gide hayatın dışına itilmesine bir tepki olarak yazdığını söylüyor.

“Öykülerinizde hep bir yol, yolculuk var. Eskide kalmış bir şehre geri dönüş ya da yepyeni bir yerde kurulacak yeni başlangıçların peşinde… Yollarla aranızda özel bir bağ var desek?”

“Evet. Çok ilginçtir. 1967 yılında, Vedat Günyol’un yönettiği, o zamanın kalburüstü edebiyat dergilerinden ‘Yeni Ufuklar’da yayımlanan ilk öykümün adı ‘Yolculuk’tu. Henüz 16 yaşımdaydım. Yol ve yolculuk benim kitaplarımın ana izleklerinden biridir diyebilirim. Bunu gezi kitapları da yazmış bir yazar olarak söylemiyorum, romanlarımda ve öykülerimde de yolun ve yolculukların önemli bir yeri olduğu doğru.”

“Kaçıp gitmek, uzaklaşmak, geçmişin izlerini takip etmek ve tekrar dönmek… Bu gel gitler insan hayatının bir parçası sanırım…”

“Bunlar benim hayatımın bir parçası aslında. 1971 yılında 12 Mart Muhtırası’ndan sonra Paris’e gitmek zorunda kaldım. Benim için sürgün bir seçim değil bir zorunluluktu başta. O zaman ‘Halkın Dostları’ dergisinde Gorki üzerine bir yazım yayımlanmıştı. Henüz 20 yaşımdayken bu yazım hakkında askeri savcı dava açtı ve hakkımda hapis istedi. Aradan kırk yılın üzerinde bir zaman geçti ve hayatım hep gidip gelmelerle devam etti. Bu çok yerleşik olmayan hayatımın izdüşümleri de bir ölçüde yazdıklarıma yansıdı.”

“‘Tehlikeli Sevişmeler’de bir nevi cinsellik öyküleri dizisiyle karşımızdasınız…”

“Kitabımda iki bölüm var. İlk bölüm bir kadın ve bir erkek, ikinci bölüm ise ‘Homo eroticus’. Aslında cinsel ilişkiyi tüm ayrıntılarıyla anlatan bir kitap. Bir bütünlüğü var. Ama bu ilişkilerin mekânları değişik. Bu mekân bir otel, açık alan ya da bir kumsal olabiliyor…”

“Hatta cennet bile olabiliyor.”

“Evet, hatta cennet bile. Sanırım kitabın en fazla gürültü koparacak öyküsü de ‘Cennette Bir Mevsim’ olacak.”

“‘Cennette Bir Mevsim’de İslam’ın ‘öteki dünya’ düşüncesine ciddi bir eleştiri var. Din bizlere düşsel bir dünya vaat ederek buradaki hayatlarımızı anlamsızlaştırıyor mu?”

“Kesinlikle öyle olduğunu düşünüyorum. İnançlı insanlara saygı duyuyorum. İnanç benim de sorguladığım ve beni de çok düşündüren bir konu. Bu öyküde özellikle şu sorgu var: Cennet sadece cinsel hazzın olduğu bir yer midir? Demek ki insanoğlu böyle bir şeyi cennet olarak görüyor ki, bu yaşama kavuşmak için ölümü göze alıyorlar. Bugün şehit olup, cennette tapu almak için bu dünyadan vazgeçen ama başka insanlara da çok büyük zararlar veren, inançlı olduklarını iddia eden katiller var. İslam adına işlenen cinayetlerde suçsuz insanlar birileri cennette rahat etsin diye kurban ediliyor. Bunun üzerine düşünmeli, bunu sorgulamalıyız. İnsanın içinde sonsuz hayata sahip olma özlemi yatmasaydı dinlerin de hiçbir geçerliliği kalmazdı diye düşünüyorum.”

“Yine bu öyküde, Kuran’ın müjdelediği cenneti kazanan gazeteci bir süre sonra burada sıkılmaya başlıyor. Bu noktada, cennetin ‘en iyi’ olmadığını görüyoruz sanki?”

“Kuran’da cehennemle ilgili bölümler çok daha lirik ve etkileyici. Özellikle cehennem azabından bahsedilen bölümler yer yer bir yazınsal güce erişiyor ve insanı korkutuyor. Benim çocukluğum cehennem korkusuyla geçti. ‘Allah’ın Kızları’ kitabımda da bunu ayrıntılarıyla anlattım. Çocukluğumda cennet beni çok ilgilendirmiyordu ama cehennemden korkuyordum.”

“Öykülerinizin tümünde cinselliğe geniş yer ayırıyorsunuz. Sizce cinsellik hakkında daha çok mu konuşmalıyız?”

“AKP iktidarı süresince Türk toplumu çok hızlı bir biçimde muhafazakârlaştı. Siyasi iktidar tarafından özel hayatımıza karışılmaya başlandı. ‘Tehlikeli Sevişmeler’ buna karşı bir misilleme, bir başkaldırıdır. Cinsel özgürlüğün de bir değer olduğunu unutmamalıyız. Kitabın başına özellikle Walt Whitman’dan şu alıntıyı koydum: ‘Güzelliğin tadını bilen ve utanmadan söyleyen erkeği severim. Cinselliğin tadını bilen ve utanmadan söyleyen kadını severim.’ Ben de aynen böyle düşünüyorum. Utanmamamız gereken bir durumken onu gizlememiz gerektiği yönünde ciddi bir dayatmayla karşı karşıyayız. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu muhafazakâr tutuma karşı özgürlüğü, demokrasiyi gündeme getirmek için bu kitabı yazdım. Cinsel özgürlüğün de özgürlük kavramının önemli bir parçası olduğunu aklınızdan çıkarmayın. ‘Tehlikeli Sevişmeler’i oluşturan öyküler son iki yıla ait. Çünkü son yıllarda, muhafazakâr değerlerin siyasi iktidar tarafından bireylere dayatılması üst noktalara erişti. Cinselliğin özgürce yaşandığı öykülerimle bu gidişatın karşısında bir duruş sergiliyorum.”

“Kahramanlarınız uzun yıllar yoğun cinsel hazlar yaşamışlar. Ancak onları ele geçirmiş olan bir ‘eksik hissetme’ hali varlığını hep koruyor...”

“Öykülerde söz konusu olan hayatlar şu ifadeyi doğruluyorlar: ‘Mutlu aşk yoktur.’ Aşk aslında cinselliktir. Cinselliğin özünde ise bir ölüm dürtüsü bulunur. Eros ve Thanatos bir arada tasvir edilmiştir. Eros oklarıyla vurur insanı ve insanın canını acıtır. Thanatos da oradadır ve oklara hedef olan âşığı sonunda Hades’e, cehenneme götürecektir. Aşkın özünde bir yıkım vardır. Bu ya öz yıkıma dönüşür ya da karşıdaki bireye yönelir. Öykülerimde cinselliğin temelindeki bu ölüm dürtüsünü de işlemek istedim.”

“Kitabınızda insanlar yaşıyor, seviyor, sevişiyor ve ölüp gidiyorlar. Bu devinim yaşam pratiğimizle örtüşüyor. Peki, bize hayatlarımızın özel bir anlamı olduğu yönünde yapılagelmiş telkinler neyin nesi?”

“Hedonizm anlayışı, haz düşkünlüğü. Kaybedecek bir şeyiniz varsa ölümden korkarsınız. Dinlerde bu dünyanın geçiciliği özellikle vurgulanır ve inananlara hazlardan yoksun kalarak kendilerini öteki dünyaya hazırlamaları telkin edilir. Öteki dünyada sonsuz haz vaadi vardır. Kuran’daki cennete yapılan göndermelerde hayatınız boyunca kendinizi yoksun bıraktığınız cinsel hazzın size armağan edileceği söylenir. İslam’da cennetin kadına fazlaca bir şey getirdiğini söyleyemeyiz. Cennet adeta erkek için yaratılmıştır. Burada da erkeğe vaadedilenlerin temelini onun cinsel isteklerini sınırsızca yaşaması oluşturur.”

“Öykülerde kahramanın içinde boğulduğu bir kayıp duygusu ve derin bir mutsuzluk var. Birçok insanın hayatlarını sorguladıklarında ‘gerçekten’ mutlu hissettikleri anların oldukça az olduğunu görüyoruz. Acaba insan ruhu bu yaralı halden mi besleniyor?”

“Böyle bir yanımız olduğu kesin. Ancak yaşamanın güzel ve hayatın yaşamaya değer olduğunu da düşünüyorum. Bu öykülerde bir karamsarlık var çünkü erkek kahraman olgun yaşlarında. Bunun endişesi içinde. Dipte bir ölüm endişesi var. Bu halet-i ruhiye içinde yaşıyor. Eski sevişmeler artık ona acı vermeye başlıyor. Çünkü tekrar yaşanmayacak, geri dönmesi imkânsız hazlar var anılarında. Bunun kederi bazı bölümlere yansıdı. Yine de Nâzım Hikmet’in kendi adıyla imzaladığı tek romanında dediği gibi ‘Yaşamak güzel şey, kardeşim.’”

“Tutkunun yıkım, özlemin ise bıkkınlık getirdiğini söylüyorsunuz. Tutkunun, özlemin ve acının estetize edilmesi yazın dünyasında oldukça sık karşılaştığımız bir durum. Siz ise bunun tam tersini yaparak insanlara bu hislerin zararlarından bahsediyorsunuz. Sizce insanların bu duygulara yönelmesinin ardında onların tetiklediği bir haz mı yatıyor?”

“Bazı insanların karakterinde acıdan duyulan bir haz olabilir. Özlem, acı ve tutku. Ben bu üç kavramı yalın bir biçimde anlatmaya çalıştım. Bunlar bizim hayatlarımızda olan şeyler. Örneğin özlem aşk ilişkisinde önemli bir duygu. Aşkın stratejisinde bu kavramların hepsi var. Bu yüzden bu duygulara yönelmek kişinin karakterinden bağımsız olarak ortaya çıkabilir ve ona zarar verebilir.”

“Bir yerde ‘Hayat önünüzdeyse, anı ve arzulardan bir enkaz yığını değilse yaşadığınız...’ diyor kahraman. Sizce hayat mutlaka bir enkaz olmaya doğru mu gider?"

“Mutlaka diyemeyiz. Ben anıların ve geçmişte kalan aşkların enkaza dönüştüğü hayatları anlattım. Kahraman hayatının büyük kısmını geride bırakmış ve artık o günlere dönme şansı yok. Dolayısıyla geçmişini bir enkaz olarak görüyor. Çünkü birçok yıkım yaşamış.”

“Kitabınızın ikinci bölümü ‘Homo eroticus’a Walt Whitman’ın ‘Cinsellik her şeyi içerir’ cümlesiyle başlıyorsunuz. Bu bölümde de kahramanlarınız yine hep çok eşli. ‘Victoria’da bunu ‘Yatıp kalktığın kadınla her zaman sevgili olmayabilirsin’ ifadesiyle de vurguluyorsunuz. Bu çok eşlilik durumu sizce insan doğasının bir parçası mı?”

“Çok eşlilik birçok toplumda zaten kurumsallaşmış ve yaygın bir pratiktir. İslam’da da bu böyle. Derler ki; Cahiliye Dönemi’nde kabile toplumu olan Araplarda sonsuz sayıda eşe izin vardı ve bunu İslam dörde indirgedi. Gerçi İslam peygamberinin bu sayıyla sınırlı kalmadığını söyleyebiliriz. Bu tarihsel bir gerçeklik. Başka toplumlarda da çok eşlilik var. Bunu yasaklayan Hıristiyan toplumlarında da metres ve âşık dediğimiz kurumlar devreye giriyor. Çok eşlilik bence insanın yapısında var ve üstyapı, ahlak kategorileri ve dinler bunu yasaklama ya da azaltma eğiliminde olmuşlar.”

“Peki cinsellik ile aşkın ilişkisi nedir?”

“Cinsellik aşkın temelidir. Tutkulu bir cinsel birleşmenin dışında aşk nasıl olabilir bunu bilemiyorum. Aşk farklı şekillerde yorumlanabilir elbette. İlahi aşk gibi. Ama sadece ‘aşk’ dediğinizde anladığım kadın ve erkek arasındaki çekim ve cinselliktir. Tekrar Whitman’ın sözüne vurgu yapmak istiyorum; cinsellik her şeyi içerir. Tüm konuşmalarımızdan da ortaya çıkan bu. Varoluşumuzu belirleyen ve yönlendiren şeyin aklın yanında daha çok da libido olduğunu düşünüyorum. ‘Tehlikeli Sevişmeler’de de varoluşun libido tarafından yönlendirildiğini kendimce bir üslup kurarak anlatmaya çalıştım.”

“Ama cinsellik kahramanlarınızı bir arada tutmaya yetmemiş sanki. Sizce insanları bir arada tutan şey ne o halde?”

“Ben karşılıklı sadakate dayanan ve gerçek aşk olduğu iddia edilen durumun çok ender olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ‘Tehlikeli Sevişmeler’de bir yalnızlık var. Kadının da erkeğin de yalnızlığı… Aslında kitabı da böyle özetleyebiliriz. Cinselliği anlatıyor, ana izlek erotizm ve onun yol açtığı yalnızlık.”

“Bir öykünüzde ‘... mihrabın yerinde durması’ deyimine yaptığınız tanımdan kadın cinsel organının kutsanması izlenimini edindim. Oysa biz toplumumuzda bu durumun erkek için geçerli olduğunu düşünürüz hep. Kadın cinsel organı toplumun kutsallarından mı ya da bu eril bakış açısının bir yansıması mı?”

“Türkçede böyle bir deyim var ve bu deyim yalnızca kadınlar için kullanılıyor. Bu nereden kaynaklanıyor ben de merak ettim. Ama mihrap aynı zamanda kutsanan bir şey olduğu için ben böyle bir yakıştırma yaptım. Biraz da provakatif bir yakıştırma tabii. Genelde erkek cinsel organı putlaştırılmıştır. Hatta bazı kabilelerin falüse taptıklarını biliyoruz. İnsanlık tarihinde bu vardır. Eski Roma ya da Yunan’da büyük falüs görsel olarak vazolarda, tapınaklarda yer alır. Öte yandan antik toplumlarda tapınak fahişeleri de vardır. Bunlar tapınak için bedenlerini satan kadınlar. Kutsallık da bir bakıma cinselliği sorgulamış, kapsamış, kimi zaman da ondan yararlanmıştır. Her toplumda söz konusu olmasa da dünya tarihinde bu eğilimin olduğunu göz ardı edemeyiz.”

“Kitabınızda cinselliğin yanında altının çizilmesi gereken güncel konular da var. ‘Hasankeyf’in Taşları’nda bir Türk akademisyen genç bir Kürt kızına âşık oluyor. Ancak kısa süre içinde onun diline ve kültürüne ne denli yabancı olduğunu şaşırarak fark ediyor. Kahraman burada sanki Türk halkının geniş bir kesiminin temsili gibi aslında; aynı gökyüzünün altında yaşadığı insanlara yabancı…”

“Akademisyen, Kürt bir kıza âşık oluyor ve onunla bir Doğu yolculuğu yapıyor. O coğrafyayı keşfediyor ve anlıyor ki bambaşka bir dünya var. O ise bu dünyaya o güne kadar ilgi duymamış. Aralarında bir ilişki oluyor fakat bu yasak bir ilişki. Bunun bedelini de Kürt kızı ödüyor. Bir soru işareti bırakmakla beraber öykü şöyle bitiyor: ‘Bir daha da ondan haber alamadım. Bir töre cinayetine kurban gitmiştir belki. Belki evlenip çoluğa çocuğa karışmış belki de Kandil’e çıkıp gerilla saflarına katılmıştır.’ İstedim ki kitapta günümüzün en temel iki sorunu da yer alsın. Bunlardan biri radikal İslam. ‘Cennette Bir Mevsim’in kitapta olma nedeni bu. İkincisi ise Kürt sorunu. ‘Hasankeyf’in Taşları’ öykümde de bu konuya yoğunlaştım.”

“Öyküde Kürt kızının yasaklı dilinden de bahsediliyor. Bir dilin ‘yasaklı’ olarak anılması bir yazar için ne ifade eder?”

“Çok vahim bir durum. Bir insanın ana dilini konuşamaması, o dili geliştirme imkânının ona verilmemesi çok vahim. Özellikle de bir yazar için. Çünkü edebiyat dil içinde gerçekleşen bir şey. Merkezi, ulusal devletler yalnızca bizim ülkemizde değil birçok ülkede bu tip yasakları uyguladılar. Örneğin Fransa’da da yerel diller yasaklandı. Bu diller şimdi serbest ama artık konuşanı yok. Ancak üniversitelerde öğretiliyor. Dolayısıyla bu yalnızca Türkiye’nin değil merkezi devletin, ulusal devletin doğasında olan bir şey. Elbette doğru bir şey değil. Bugün en haklı taleplerden biri Kürtçenin üzerindeki yasaklara karşı gelişen taleptir. Bu da aşıldı sanıyorum. Ama yıllar sürmesi ve bu yasaklara karşı savaşta büyük bedeller ödenmesi gerekti. ‘Hasankeyf’in Taşları’nda bu konuya değinme gereği duydum. O coğrafyaya gittim. Hasankeyf’i ziyaretimden çok etkilendim. O insanların benim yazdığım dilde konuşmadıklarını gördüm. Burada yasaklamak şöyle dursun, o halkların kendi dillerini bu coğrafyada halen kullanabiliyor olması Türkiye’nin kazancı olarak görülmeli. Kürtçenin geliştirilmesi gerektiğini hep düşündüm. Bugün bunu özgürce söyleyebiliyoruz ama bundan yirmi yıl önce bunu söylemek suçtu.”

“‘Monika’nın Öyküsü’nde ‘Her yazarın bir Çukurovası vardır’ diyorsunuz. Ne demek bu?”

“Bu sözü bana yıllar önce Yaşar Kemal söylemişti. Birlikte Paris’ten Avignon’a bir tren yolculuğu yapmıştık. Bazı polemikler olmuştu aramızda. Henüz çok genç bir yazardım. O dönem ‘Yeni Dergi’de yayımlanan bir yazımda Yaşar Kemal’in bir görüşüne karşı çıkmıştım. O, yazmak için yazarın büyük bir yaşantısı olması gerektiğini savunuyordu. Bense edebiyatın kendi içine kapalı bir dünya olduğunu ve kendisinden beslenebileceğini hatırlattım ve ona ‘Sen de sürekli Çukurova’yı anlatıyorsun. Beslenme coğrafyan hep lokal bir coğrafya buradan evrensele ulaşmak zor’ demiştim. O da bana ‘Her yazarın bir Çukurova’sı vardır. Aslında Kafka da Çukurova’yı anlattı ama senin haberin yok ukala...’ diye cevap vermişti. Bu öykümü Yaşar Kemal’i kaybettiğimiz Şubat ayında yazdım ve onu anmak istedim.”

“‘Yazmak için henüz erken, başka acılar, ayrılıklar da yaşanmalıydı’ diyorsunuz. Yazar neyden beslenir? Acıdan mı?”

“Böyle yazarlar çok ancak böyle bir şart da yok. Yazar coşkudan da beslenebilir ya da bir ideolojiden. Ama bir yerden beslenmesi gerektiği doğru. Öyküdeki yazarın ise biraz acıdan beslenen bir karakter olduğunu söylemek yerinde olacaktır.”

“Kentlere karşı bir tutkunuz var. Gerek bireyin deneyimleri gerekse toplumsal bellek açısından, kentin hayatımızdaki önemi nedir?”

“Ben hep büyük kentlerin bir büyüsü, bir şiiri olduğunu düşündüm. Bu anlamda kent, romanlarımda ve öykülerimde bir dekor değil, anlatı kahramanlarından biri olarak hep öne çıkmıştır. Ben birçok yazarın tersine doğayı ya da ıssızlığı çok az biliyorum. Hep bir hızlı trenin penceresinden gördüm doğayı ama kentlerde yaşadım. Beni etkilemiş büyük kentler arasında İstanbul, Berlin, Paris ve Venedik var. Bu dört kentle bir organik bağım oldu diyebilirim ve her defasında aslında kentlerin şiirini anlatmaya çalıştım.”