• Dünyada Kitap
    Mısır’dan Ünlü Yazara Yasak Mısır’da ve dünya çapında ünlü yazar Ala El Asvani’nin bu ay vereceği seminerler Mısır hükümetince yasaklandı. Yazar kendisine Mısır güvenlik güçleri tarafından, İskenderiy(Devamını oku)
  • Tüketmeden Yaşamak
    “Bir lokma bir hırka”nın erdem sayıldığı yıllardan, “fazlası hep daha fazlası”nın istendiği bir döneme nasıl geldik? Bu açgözlülük insanın doğası mı yoksa tüketim alışkanlıklarımız ile toplumsal forma(Devamını oku)
  • Mine Kırıkkanat’tan Politik Alegori
    Gazeteciliği ve araştırma kitapları kadar edebiyatçı kimliğiyle de tanıdığımız Mine G. Kırıkkanat bütün kitaplarını Kırmızı Kedi Yayınevi çatısı altında toplamaya devam ediyor. Kırıkkanat’ın Cihangir (Devamını oku)
  • Özel Çocuklar İçin Ebeveyn Rehberi
    Her çocuk farklıdır ve kendisine özel bir gelişim çizgisi vardır. Ancak bazı çocuklar özeldir; onları özel kılan şey bir sorun gibi görünse de aslında sadece özel bir yaklaşıma ihtiyaçları vardır. Bu (Devamını oku)
  • Saraylılar İçin Bir Anti-Kahraman: Mujica
    Siyasetçilerin portreleri yazarlar ve gazeteciler açısından da okur açısından da en dikkatli şekilde yaklaşılması gereken portrelerdir çoğu zaman. Yazan için de okuyan için de çetrefil bir durumdur bi(Devamını oku)
  • Bir Kitaba “Sığınma” İhtiyacı
    Konuyla ilgili en yakın tarihli haber Almanya’dan gelmişti. Geçen yılın yaz aylarında Almanya’nın Rothenstein kasabasında inşa edilmiş; içinde birkaç yüzme havuzu, sinema, restoran ve spor salonu da b(Devamını oku)
  • 2015’e Kuş Bakışı
    Bir yılı geride bırakırken, geçen yılın almanakları da raflarda yerini almaya başladı. Bir klasik haline gelen NTV Almanak’ı yine Türkiye’de ve Dünya’da yaşananları unutulmamak üzere belgeliyor: Türki(Devamını oku)
  • “Finnegans Wake” Nihayet Türkçede
    20. yüzyıl edebiyatını derinden etkileyen James Joyce’un dünya dillerinde de çevirisine az rastlanan ve “çevrilemez roman” olarak efsaneleşen kitabı “Finnegans Wakes” Türkçede iki farklı çeviriyle yay(Devamını oku)
  • Okumak ve Okuyamamak Üzerine
    Marcel Proust’un “Üst Kat Komşusuna Mektuplar” ve “Okuma Günleri” adlı iki kitabı birbirine çok yakın günlerde Türkçede yayımlandı. Tefrika Yayınları’ndan Süha Demirel çevirisiyle çıkan “Okuma Günleri(Devamını oku)
  • Halil İnalcık’la Yüz Yıl
    Osmanlı tarihçiliğinin duayeni Halil İnalcık geçen aylarda 100. yaşına girdi. Türkiye Cumhuriyeti tarihine tanıklık etmiş İnalcık, son 15 yıldır kendisine artan ilgiyle birlikte hak ettiği değeri de b(Devamını oku)
  • Patti’nin Kaybolma Kılavuzu
    Patti Smith Domingo Yayınları tarafından çevrilip basılan yeni kitabı “M Treni”yle okurlarının ve dinleyicilerinin arasında dolaşmaya devam ediyor. Smith, önceki kitaplarında anlattığı çocukluğunun ve(Devamını oku)
Sayı: 121 - Ocak 2016

“Önce Kul Kültürü Kırılmalı”

Ahmet Ümit'le Söyleşi: Neşe Pelin Kaya, Fotoğraf: Reyyan Kızılkaya

Ahmet Ümit’le son romanı “Elveda Güzel Vatanım” hakkında konuştuk. 1906-1926 yılları, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bütün kademelerinde dolaşan Şehsuvar Sami’nin gözünden, gençlik aşkı Ester’e yazdığı mektuplar aracılığıyla anlatılıyor. Bir dava adamının gözünden “birey olmak” meselesine bakarken aslında biraz da günümüze ışık tutuyor Ahmet Ümit.

“Kitap ‘10 Ekim 2015 Cumartesi günü Ankara’da katledilen barış savunucularının aziz hatırasına...’ ithafıyla başlıyor”

“Böyle bir kitabın bu insanlara adanması gerektiğini düşündüm. Çünkü bu ülkede insanların öldürülmesi; karanlık güçler eliyle öldürülmesi, devlet eliyle öldürülmesi ne yazık ki bir gelenek. İttihat ve Terakki dönemi de aslında bu geleneğin çok yoğun olarak yaşandığı bir süreç. Ama daha öncesinde de son derece yaygın. Devlet kendi şehzadelerini öldürür, kardeşlerini öldürür kendi padişahını öldürür; padişah kendi oğlunu öldürür padişah kendi halkını öldürür. Roma döneminde de böyledir. Roma İmparatoru kendi halkını öldürür, kardeşini öldürür. Hitit döneminde de prensleri öldürürler. Devlet öldürmekten çekinmez. Eli kanlı bir yapıdır her zaman. Devletin bir vicdanı da yoktur zaten. Sadece ayakta kalmak için her şeyi yapar. Ne yazık ki günümüzde de bu gelenek sürüyor. Ve bu geleneğin en kanlı halkalarından bir tanesi Ankara’da bomba patlamasıyla yüzden fazla insanın öldürülmesi olmuştur. Bu insanlar isimlere ve sayılara dönüşüyorlar. Bunlar kaybolmasın diye ben bu romanımı onlara adamak gereği duydum. Bunu vicdani bir sorumluluk olarak gördüm. Bu kadar kanlı bir olaya bir yazar, bir insan olarak sessiz kalmam mümkün değildi. Hiç değilse o ölen insanlar için küçük de olsa bir şey yapmış oldum.”

“Tümüyle geçmişte geçen ilk romanınız. Kitabın dili eski bir dil değil ama kimi eski kelimelerin yerinde kullanımı okuru o dönemin atmosferine çekiyor. Bunda günlük hayatın küçük ayrıntıları, bir yemek adı, bir eşya da etkili oluyor. Ve sizin çok geniş bir okur kitleniz var. Dili kullanırken nelere dikkat ediyorsunuz?”

“Ben aslında daha önceki eserlerimde de bunu kullandım. Mesela ‘Patasana’da bir günümüzde geçen bölümler vardır bir de Hitit döneminde geçen bölümler. Dolayısıyla o dönem Hitit metinlerini okudum ve arkaik, şiire yakın bir dil oluşturdum. Bu romanda da tümüyle Osmanlıca bir dille yazsaydım okur metinden kopar, bir yabancılaşma olurdu. Ama metnin anlaşılmasını engellemeden o dönemin ruhuna gidecek, dönemi hissedebileceğimiz bazı sözcükleri bulalım dedim. Bu nedenle bu romanda bazı eski Osmanlıca kelimeleri seçtim. Tabii yeni kuşağın bu sözcüklerden hiç haberi yok. Sonuçta gençlerden bir eleştiri gelmedi; romanı okuyor ve anlıyorlar.”

“Bu kitapta yazmak da önemli bir mesele. Yazmak yaşamak ikileminde kalmış bir karakter çünkü Şehsuvar Sami. Siz kendinizi bu ikilemin neresinde görüyorsunuz?”

“İkisi artık birbirinden çok ayrılmıyor. Ben 1982 yılında yazmaya başladım. Demek ki 22 yaşından beri yani 33 yıldır yazıyorum. O günden bu yana yazmak başka yaşamak başka bir şey gibi bir durum ortaya çıkmadı. Bir tercih durumu da ortaya çıkmadı, umarım çıkmaz. Çünkü yazmayı çok seviyorum ve hayatın bir parçası olarak görüyorum. Şehsuvar Sami için bu biraz farklıydı; o bir tercih yapmak zorundaydı. Ya yazmayı ve aşkı seçecekti yahut da örgütü ve ihtilali seçecekti. O örgütü ve ihtilali seçti. Ben böyle bir seçim yapmak zorunda kalmadım.”

“Siz Şehsuvar Sami’nin yerinde olsaydınız nasıl davranırdınız?”

“Emin değilim ama ben de onun gibi davranırdım. Öncelikle ülkemde bu kadar sorun varken sevgilimle Paris’e gideyim şahane bir hayat yaşayayım demem zor olurdu. Hele gençken daha zor bu işler. Çünkü gençken insan daha farklı düşünüyor; yaşlandıkça daha farklı düşünüyor. Sanırım onun gibi davranır sonunda onun gibi de mutsuz olurdum. Çünkü Şehsuvar Sami herhalde benden başka biri değil.”

“Romanın ana örgüsü tarihi gerçekler üzerinden ilerliyor. Enver Paşa, Talât Paşa, Hüseyin Cahit, Sultan Abdülhamit hatta Agatha Christie’ye bile rastlıyoruz karakterler arasında. Bu tarihi kişilikleri yazarken zorlandınız mı?”

“Hayır çok zorlanmadım. Çünkü onlar hakkında çok metin var. Daha önemlisi onların kendi notları, günlükleri, mektupları var. Dolayısıyla bir portre çıkıyor. Sorun şu; bu karakterlere bakarken ideolojik kalıplardan, politik önyargılardan kurtulmak lazım. Çünkü benim de bir politik görüşüm var ve o politik perspektiften bakıyorum. O politik perspektiften baktığım zaman onları olduklarından daha olumlu ya da daha olumsuz görebilirim. Bu nedenle bu romanın da kahramanı olan tarihin gerçek aktörleri üzerine çok farklı kaynakları okudum. Ve farklı kaynaklardan her biri için kafamda bir profil çıkarmaya çalıştım. Benim için bu süreç zor olmadı hatta bayağı eğlenceli oldu.”

“Sansürün, gazeteci cinayetlerinin yaşandığı, iktidar baskısının olduğu bir dönemde mazlumken zalim olan bir örgütü, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni anlatıyorsunuz romanda. Bu cemiyeti içerinden bir adamı baş karakter yaparak anlatmayı seçmişsiniz. Ters bir bakışla içeriden bir adamı kuryelik, fedailik, hafiyelik yapan Şehsuvar Sami’yi anlatıyorsunuz.”

“Aksi takdirde okur o örgütün içine giremezdi. Dışarıdan bakan romanlarda biz romanı okuruz, enteresandır, ama romanın içine giremeyiz. Bu teknikte okur doğrudan hikâyenin içerisine giriyor ve kendini Şehsuvar Sami’yle özdeşleştirmeye başlıyor. Bir de başka türlü anlatmak çok zor olurdu. Çünkü Şehsuvar Sami’yi İttihat ve Terakki’nin bütün önemli olaylarının içine soktum. Şemsi Paşa’nın öldürülmesi, Babıâli baskını, 31 Mart ayaklanması, 1. Dünya Savaşı, Enver-Talât çatışması bunların hepsine onun gözüyle, onun yaşadıklarıyla şahit olduk. Hem deneyimlerini hem de hesaplaşmasını gördük. Hem de onun bu buhranı içerisinde kendisine sorduğu sorularla birlikte bir insanın 20 yıllık savruluşunu işledim. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, 1. Dünya Savaşı’nın patlaması, Cumhuriyet’in kurulması ve daha sonrasında yaşanan büyük olayların bir insanın kaderini nasıl etkilediğini görüyoruz. Şehsuvar Sami de bu açıdan elverişli bir seçimdi.”

“Zaman diliminin seçimi de çok önemli; belki tarihimizin en hareketli 20 yılını, 1906-1926 arasını, birçok tarihi olayı belli bir elemeden geçirerek anlatıyorsunuz.”

“Burası kırılma noktası. Bu toprakların belli kırılma noktaları var. Osmanlı’nın dağıldığı dönem de onlardan bir tanesi. İpuçları 1906’da başlıyor 1908 Meşrutiyet’in ilanı, 1914’te savaşa girmemiz, 1918’de yenildiğimizin kesinleşmesi sonra Cumhuriyet’in kurulması. Bunlar ülkenin kaderinde çok önemli şeyler ve tüm bunları birlikte ele almak istedim. Çünkü bugün yaşadığımız sıkıntı ve sorunları çözemedik. Yani bugün demorasimiz yok, hâlâ ülke kalkınamamış, hâlâ iç barışı sağlayamıyoruz, hâlâ laiklik-dinci-Kürt-Türk-alevi-sünni ayrımları var. Dolayısıyla bunların tarihte bir yerlerde izleri olması gerekiyordu. Bu nedenle geçmişe gittim; doğru gitmişim. Çok verimli bir dönemmiş; yazmak için çok iyi malzemeler sundu bana.”

“Romanın hazırlık evresinde neler yaptınız?”

“‘Elveda Güzel Vatanım’ beni yoran kitaplarımdan biri oldu. Belki de en çok yoran kitabım. Çünkü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin pek çok yönü var. Mesela Fatih Sultan Mehmet’i daha kolay yazdım. Daha görkemli bir dönem olmasına rağmen daha kolay yazılıyor. Mevlana ile Şems’i de daha kolay yazdım. Ama bu dönemde o kadar çok bilgi var ki iş zorlaşıyor. İki türlü araştırma yaptım. İlk olarak İttihat ve Terakki’nin bulunduğu bütün coğrafyayı gezdim. Jön Türklerin ilk dergileri Meşveret’i çıkardığı Bonaparte sokağı 25 numaraya, Paris’e gittim. Sonra Selanik’e gittim. Manastır, Ohrid, Resne, Üsküp; bunlar hep İttihat ve Terakki’nin önemli yerleri. Buraları dolaştım, İttihat ve Terakki’nin izlerini aradım adeta. Bu araştırmanın çok faydası oldu. Onların gittikleri yerleri dolaşmak, çıktıkları dağları görmek eseri besledi. İkincisi de çok okuyarak oldu. Çok fazla malzeme vardı dönemle ilgili. Hatta masamdaki kitaplar da o çalışmadan kalma. Yüzlerce kitap karıştırdım. Benim için de faydalı oldu çünkü ben de bilmiyordum İttihat ve Terakki’yi; yazarken öğrendim. Çok yoğun bir emek çok yoğun bir çalışma olduğunu söyleyebilirim gerçekten. Sonuç iyi oldu hem iyi bir roman ortaya çıktı hem de aslında ders kitabı olarak okutulacak denli derli toplu bir İttihat ve Terakki anlatısı oluştu.”

“Kültürel mirasın korunmasına pek de önem veren bir ülke değiliz. ‘Elveda Güzel Vatanım’ı yazarken yoğun bir araştırma yaptığınızı söylüyorsunuz. Bu araştırma sırasında ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Ne yapılsa daha iyi olurdu?”

“Öncelikle ülkemizde çok yalan var. En büyük yalanlardan biri de şu: Şanlı tarihimizle, şanlı ceddimiz, şanlı atamızla çok övünürüz. Oysa tarihi olan hiçbir kurumumuz korunmuyor. O dönem kullanılmış binaların hepsini yıkmışız. Roma döneminden, Hitit döneminden, Helenistik dönemden bahsetmiyoruz sonuçta, Osmanlı döneminden bahsediyoruz. İstanbul’da bir sürü çeşme şu anda çöplük olarak kullanılıyor. Yani Osmanlı’dan, atamızdan, ceddimizden kalan yerler. Birincisi bu, İttihat ve Terakki için önemli olan mekânların yıkılmış olması. Birçok şey kaybolup gitmiş. Diğer zorluk ise şuydu: İttihat ve Terakki’ye üç farklı bakış açısı var. Bunlardan ilki kendi bakış açıları, yani daha çok ulusalcı diyebileceğimiz akımlar, kendilerini kusursuz olarak görüyor. İkinci olarak da Osmanlıcı bakış açısı var. Bu bakış açısı ise İttihat ve Terakki’yi tümüyle olumsuz görüyor. Yani Abdülhamit çok iyiydi ama İttihat ve Terakki korkunç, masonik bir örgüttü, Yahudilerle işbirliği içerisindeydi ve ülkeyi yıkmaya çalışıyorlardı diye düşünüyorlar. Üçüncü görüş ise Kemalist bakış açısı. Bu bakış açısı İttihat ve Terakki kökenli olmasına rağmen bu örgütü onlar da unutturmaya çalışıyorlar. Bu üç bakış açısının da birleştiği noktaları almak gerekiyor anlatıda. Yani o zaman hakikate yakın bir şeye ulaşmak mümkün oluyor. Çünkü herkes kendi açısından anlatıyor. Eğer İttihatçıların gözünden Abdülhamit’i yazsaydım kötü bir adam portresi çizecektim. Yahut Kemalistlerin gözüyle yazsaydım yine kötü biri çıkacaktı ortaya. Beni ilgilendiren o insanların politik görüşlerinden çok insan olarak vasıflarıydı. Mustafa Kemal’i de Talât Paşa’yı da Enver Paşa’yı da öyle anlattım. Ortaya çıkan sonuçlara baktığımız zaman bu insanların tarihteki rolleriyle de yansıtıldığını görüyoruz. Yani İttihat ve Terakki diye bir örgüt ortaya çıktıysa demek ki Abdülhamit dönemi baskıcı bir dönemdi. Sonra İttihatçılar da despotik bir yapıya dönüştü. Dolayısıyla üç bakış açısının da doğru ve yanlışlarını değerlendirerek ortak noktayı bulmaya çalıştım. Bu da beni epey zorladı açıkçası.”

“‘İktidarı değiştirmek zordur ama daha zoru kültürü değiştirmektir’ diyor Ester romanda. Yazarken bu kültür değişimine hizmet ettiğinizi düşünüyor musunuz?”

“Bütün amacım bu kültür değişimine katkıda bulunmak. Bizim ülkemizdeki bence en önemli mesele değiştiremediğimiz kültür: Kul kültürü. 3 bin beş yüz yıllık çok güçlü bir tarih var bu topraklarda. Hititler, Mısır, Roma ve Osmanlı; bunlar çok güçlü süper-devletler ve kul kültürü var topraklarında. Yani insanları birey değil. Hitit Kralı diyor ki ben yetkiyi Tanrı’dan alıyorum yani sen kulsun. Dolayısıyla benim iktidarım kutsaldır ve benim ağzımdan çıkan laf senin kaderini belirler. Roma İmparatoru da aynı şeyi söylüyor. Osmanlı İmparatorluğu da diyor ki ben Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim. Dolayısıyla sen kulsun. Aslında İttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal’in yapmaya çalıştığı şey şu idi: Kul kültürünü kırmak ve vatandaş, yurttaş yaratmak. Çünkü yurttaş burjuva demokratik devriminin söylemidir. Artık bireyler vardır, yurttaşlar seçimde oylarını kullanır. İktidarı değiştirirler, hayatın her aşamasına katılırlar ve politika sadece bir kişinin ağzında değildir. İttihatçılar da Mustafa Kemal de bunu söylüyor ama başa geldiklerinde onlar da padişah olarak algılanıyor. Yani kul kültürü kırılmıyor. İnsanlar, vatandaşlar, bireyler çıkıp, arkadaş bu yanlıştır bunu yapma demiyor. Bu maalesef Cumhuriyet döneminde de devam ediyor. Çok partili seçim yapılıyor. Bu seçimlerde Adnan Menderes kazanıyor ama o da kul kültürünü kırmıyor. Demirel kırmıyor, Turgut Özal kırmıyor; arada darbeler var zaten bu kul kültürünü pekiştiriyor. Ve sonra Tayyip Erdoğan geliyor bu kültür yine kırılmıyor. Bugün asıl sorun kul kültürünün kırılmasıdır. Önce bu kırılmalı. Bu kitap biraz da bunu kırmaya yöneliktir. En sonunda Şehsuvar Sami’nin seçimi de odur zaten: Artık ben sizinle beraber yürümem.”

“Romanın en önemli meselesi bence ‘birey olmak’ ve bunu bir dava adamı olan, kendisini davasına adamayı tercih eden Şehsuvar Sami üzerinden işliyorsunuz. Onu eleştiren kişi de Ester. Ester’le çok güçlü bir kadın portresi çiziyorsunuz. Bana biraz Ester sizin sesinizmiş gibi geldi.”

“Doğru, biraz da öyle. Çünkü Ester o dönem için çok değerli. O dönem böyle kadınlar da var. Feminizm çıkmamış ama devrimci hayata farklı açılardan bakan, cesur kadınlar var. Bu romandaki en pozitif karakterlerden biri Ester. Bir anlamda benim sesim.”

“Tarihi romanlarda genelde çizilen cefakâr kadın profilinden çok farklı bir karakter.”

“Çünkü güçlü kadınlar çizmek lazım. Kadınları hep ikinci sınıf çiziyorlar; hayatta öyle değil aslında. Kadınlar gerçek hayatta çok güçlüler. Bugün kadın cinayetlerinin artmasının nedeni de kadınların güçlü olmasıdır. Kadınlar artık çalışıyorlar, ekmek parası kazanıyorlar; hıyarın biri gelmiş kadına baskı uyguluyor. Kadın niye çeksin onu? Boşanıyor. Boşandığı için de bu hıyar canavarlaşıyor öldürüyor onu. Kadınlar uyanıyor; öyle çizmek lazım, ötekisi gerçek değil.”

“Sizce toplumun bireyleşme sürecinde kadınlar daha mı erken uyandı? Daha mı erken farkına vardı bu durumun?”

“Şu anda o kadar ilkel bir baskı var ki kadınlar üzerinde. Kadınlar buna tahammül edemiyorlar. Dayanamadıkları için de kadınların isyanı, bu geri kalmış toplumda göze batıyor. Toplum bu isyanı bastırmaya çalışıyor. Öldürüyorlar, yasaklar koymaya çalışıyorlar; çünkü korkuyor toplum. Bunun bir uyanış olduğu kesin. Dünyada da bir uyanma var. Ülkede birtakım kurallar koyarak, baskılarla bu uyanışı durduramazsın. Artık internet diye bir şey var, sosyal medya diye bir şey var. Bugün Çin’de, New York’ta, Arjantin’de, Küba’da, nerede olursa olsun yaşanan her şeyi biliyoruz. Ben bir gazeteciyim artık siz de bir gazetecisiniz. Elinizde telefon varsa herkes artık gazeteci, bunu engellemek mümkün değil. Dolayısıyla dünyanın her yerindeki gelişmeler, medeniyetin aldığı durum, özgürlükler artık biliniyor. Kadınlar da biliyor. Kadınları engellemek mümkün değil; bu dönüşüm olacak.”

“Pera Palas da romanda çok önemli bir yer tutuyor. Neredeyse karakterlerden biri gibi”

“Evet burası tarihi bir bölge; Beyoğlu’ndayız şu an, burası eski ismiyle Pera. Cadde-i Kebir yani büyük cadde. Baktığımız zaman anıt binaların çoğu yıkılmış. Afrika Han, Rumeli Han, Hüseyinağa Camii, Galatasaray Lisesi, Mısır Han Apartımanı; bunlar anıt binalar. Pera Palas da onlardan bir tanesi. Sadece bir otel değil aynı zamanda bir dönemin başlangıcı Pera Palas. Batılılar Sirkeci’de trenden iniyorlar ve Pera Palas’a geliyorlar. Aslında Doğu’dan Batı’ya giriyorlar. O kapıdan girerseniz görürsünüz zaten arabesk tarzda yapılmıştır. Alexander Valery’dir oranın mimarı. Ve tabii bir dönemi anlatıyor Pera Palas. Türkiye’nin Batılılaşma dönemi. Şehsuvar Sami bir otelde kalacaksa ya Pera Palas’ta kalacaktı ya Büyük Londra Oteli’nde ya da Tokatlıyan’da. Pera Palas bana daha enteresan geldi. Bu tür binaları korumamız lazım bizim. Hiç değilse romanlarda kayıt altına alalım da kaybolmasın. Emek Sineması’nı ben ‘Beyoğlu Rapsodisi’ romanımda yazdım. 2003 yılında oradaki bütün binalar romanda geçer. Birileri beni envanter mi tutuyorsun diye eleştirmişti. Şimdi Emek Sineması yok işte. Burası öyle bir ülke ki vahşilerin, barbarların ülkesi. Zerafetten, incelikten yoksun bir ülke burası. Saygıdan yoksun bir ülke. Romanlarla ne kadar toparlayabiliriz, bilmiyorum. Şimdi de lümpenlerin ülkesi. Her şey yalan, her şey zerafetini kaybetti. Din zerafetini kaybetti, inanç zerafetini kaybetti, solculuk sağcılık her şey zerafetini kaybetti. Bayağılığın krallığını yaşıyoruz. Sanata sığınıyoruz biz de sağlığımızı korumak için. Öyle bir ülke ki Güneydoğu’da insanlar ölüyor, polisler ölüyor, halk ölüyor biz burada neşe içinde yaşıyoruz. Böyle bir millet mi olur? Bölünmüşüz aslında. Orada insanlar ekmek almaya çıkamıyor burada hayat olduğu gibi devam ediyor. Böyle bir vatan olur mu? Durum karamsar ama umutsuzluğa kapılmayalım.”