• Dünyada Kitap
    Mısır’dan Ünlü Yazara Yasak Mısır’da ve dünya çapında ünlü yazar Ala El Asvani’nin bu ay vereceği seminerler Mısır hükümetince yasaklandı. Yazar kendisine Mısır güvenlik güçleri tarafından, İskenderiy(Devamını oku)
  • Tüketmeden Yaşamak
    “Bir lokma bir hırka”nın erdem sayıldığı yıllardan, “fazlası hep daha fazlası”nın istendiği bir döneme nasıl geldik? Bu açgözlülük insanın doğası mı yoksa tüketim alışkanlıklarımız ile toplumsal forma(Devamını oku)
  • Mine Kırıkkanat’tan Politik Alegori
    Gazeteciliği ve araştırma kitapları kadar edebiyatçı kimliğiyle de tanıdığımız Mine G. Kırıkkanat bütün kitaplarını Kırmızı Kedi Yayınevi çatısı altında toplamaya devam ediyor. Kırıkkanat’ın Cihangir (Devamını oku)
  • Özel Çocuklar İçin Ebeveyn Rehberi
    Her çocuk farklıdır ve kendisine özel bir gelişim çizgisi vardır. Ancak bazı çocuklar özeldir; onları özel kılan şey bir sorun gibi görünse de aslında sadece özel bir yaklaşıma ihtiyaçları vardır. Bu (Devamını oku)
  • Saraylılar İçin Bir Anti-Kahraman: Mujica
    Siyasetçilerin portreleri yazarlar ve gazeteciler açısından da okur açısından da en dikkatli şekilde yaklaşılması gereken portrelerdir çoğu zaman. Yazan için de okuyan için de çetrefil bir durumdur bi(Devamını oku)
  • Bir Kitaba “Sığınma” İhtiyacı
    Konuyla ilgili en yakın tarihli haber Almanya’dan gelmişti. Geçen yılın yaz aylarında Almanya’nın Rothenstein kasabasında inşa edilmiş; içinde birkaç yüzme havuzu, sinema, restoran ve spor salonu da b(Devamını oku)
  • 2015’e Kuş Bakışı
    Bir yılı geride bırakırken, geçen yılın almanakları da raflarda yerini almaya başladı. Bir klasik haline gelen NTV Almanak’ı yine Türkiye’de ve Dünya’da yaşananları unutulmamak üzere belgeliyor: Türki(Devamını oku)
  • “Finnegans Wake” Nihayet Türkçede
    20. yüzyıl edebiyatını derinden etkileyen James Joyce’un dünya dillerinde de çevirisine az rastlanan ve “çevrilemez roman” olarak efsaneleşen kitabı “Finnegans Wakes” Türkçede iki farklı çeviriyle yay(Devamını oku)
  • Okumak ve Okuyamamak Üzerine
    Marcel Proust’un “Üst Kat Komşusuna Mektuplar” ve “Okuma Günleri” adlı iki kitabı birbirine çok yakın günlerde Türkçede yayımlandı. Tefrika Yayınları’ndan Süha Demirel çevirisiyle çıkan “Okuma Günleri(Devamını oku)
  • Halil İnalcık’la Yüz Yıl
    Osmanlı tarihçiliğinin duayeni Halil İnalcık geçen aylarda 100. yaşına girdi. Türkiye Cumhuriyeti tarihine tanıklık etmiş İnalcık, son 15 yıldır kendisine artan ilgiyle birlikte hak ettiği değeri de b(Devamını oku)
  • Patti’nin Kaybolma Kılavuzu
    Patti Smith Domingo Yayınları tarafından çevrilip basılan yeni kitabı “M Treni”yle okurlarının ve dinleyicilerinin arasında dolaşmaya devam ediyor. Smith, önceki kitaplarında anlattığı çocukluğunun ve(Devamını oku)

“Kendimle Çok Hesaplaştım”

Gülseren Budayıcıoğlu'yla Söyleşi: Selnur Aysever

İlk okuduğum psikoterapi öyküleri Irvin Yalom’unkilerdi. Tanımadığım, adını bilmediğim insanların yaşamlarıydı hepsi aslında. Gizemi sever insan. Gizli yaşamlara tanıklık etmek hoşuma gitmişti. Okuduklarımdan kendi yaşamıma fayda sağlamayı ummamıştım. Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’yla tanışana dek... Terapi imkânı olmayanlara, kitapları aracılığıyla “toplu” seans yapıyor Budayıcıoğlu. İstiyor ki, acılar azalsın, ölüm korkusu yerini “iyi” yaşamaya bıraksın.

Selnur Aysever: Bir terapiden sonra “Hay Allah, çok etkilendim, biraz daha profesyonel olabilmeyi ne zaman öğreneceğim?” diyorsunuz. Yazarlığınız da içinizdeki bu “amatör” ruh ile mi doğdu?

Gülseren Budayıcıoğlu: Psikiyatri kendine özgü bir tıp dalıdır. İnsanı seven, insanı yücelten, onu daha sağlıklı, daha huzurlu ve daha uzun yaşatabilmek için elinden geleni yapmaya hazır, merhametli insanlar hekim olmalı diye düşünüyorum. Profesyonel olmayı eğer karşınızdaki hastanın yaşadıklarından kendinizi izole etme, yani ne olursa olsun etkilenmeme olarak tarif edecek olursak, sizinle hayatının tüm sırlarını paylaşan, yaşadığı acıları, uğradığı haksızlıkları, utandığı zamanları, aşağılanmalarını, iç hesaplaşmalarını hiç sakınmadan ortaya koyan birine karşı zaten çok profesyonel olmamalısınız. O sizi etkiliyorsa, siz de ondan etkilenmelisiniz. Madalyon Kliniği açmadan önce yıllarca sadece kendime ait bir muayenehanede çalıştım. Oradaki odam bana bir mabet gibi gelirdi. Ben insanın kutsal bir varlık olduğuna inandığım için, o oda benim gözümde giderek bir mabet haline dönüştü. Yazarlığım tabii ki bununla ilgili. Sanırım yazar olabilmenin ilk kuralı bir şeyleri daha yoğun hissedebilmek. Hissedeceksiniz ki, yazabilesiniz.

Selnur Aysever: Son kitabınızla, okurunuzun, kendi hayatına alıcı gözle bakmasını istemişsiniz. Psikiyatrist olmanız yazarlığınızı nasıl etkiliyor?

Gülseren Budayıcıoğlu: Psikiyatrist olmasam yazar olur muydum, bilmiyorum. Çocukluğumdan beri kitaplara da, yazmaya da çok meraklıydım ancak bu meslek beni “yaz” diye adeta zorladı. Psikiyatristseniz eğer, hem elinizde yazmak için çok bol konu oluyor, hem de hayatı çok daha iyi tanıyorsunuz. Bunun yanı sıra psikiyatri bilimi size, insanların bunları neden yaşadıklarına dair çok ciddi ipuçları veriyor. Benim yazdığım kitapları dikkatle okuyanlar, kendi hayatlarına alıcı gözle bakarlarsa, o güne kadar fark etmedikleri pek çok şeyi görebilirler diye düşünüyorum. Bu meslekte insanların neden bu kadar acı çektiklerini görüyor ve öğreniyorsunuz. Ve biliyorsunuz ki, bu acıları durdurabilmenin anahtarı sizde var. Tek tek bütün insanlara somut anlamda bu anahtarla ulaşamayacağıma göre, bari bol bol yazayım dedim. Amacım daha çok insana ulaşabilmek ve bu acıları elimden geldiğince azaltabilmek.

Selnur Aysever: “Psikiyatristlere gidemeyen ancak bu konuya ilgi duyan insanlara ışık olabilmek” için yazmışsınız ilk kitabınızı. Yazarlığınızın, doktorluğunuzdan geride durduğunu söyleyebilir miyiz?

Gülseren Budayıcıoğlu: Sadece ilk kitabımı değil, bütün kitaplarımı bu amaçla yazıyorum. Yani okumaya meraklı insanlar, bir yandan akıcı, sürükleyici, ilginç bir kitap okurken, bir yandan da kitap bittiği zaman kendi gerçeklerini görmeye başlasınlar istiyorum. İnsanın kendini bilmesi, kendini keşfetmesi, hayatını yönetmede çok önemlidir. Nasıl bir hayat yaşayacağınızı belirler. Bundan daha önemli ne olabilir ki? Benim yazarlığım doktorluğumun omuzlarında hayat bulmuştur. İlk iki üç kitapta kendimi pek de yazar gibi hissetmiyordum ama “Kral Kaybederse” ile yazar oldum. Sağ olsunlar, okuyucularım bana bunu en iyi şekilde hissettirdiler.

Selnur Aysever: Psikoterapistlerin kitaplarına duyulan yoğun ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

Gülseren Budayıcıoğlu: Çok farklı bir çağda yaşıyoruz. Gücün egemen olduğu bir çağ bu. Artık insanlara “iyi olmak” yetmiyor. Her alanda “çok iyi” olmak zorundalar. Gerek iş hayatında, gerek sosyal hayatta, hatta özel hayatlarda bile başarı ve mutluluk güç gerektiriyor. İnsanlar psikiyatristlerin yazdığı kitaplarda da, diğer kişisel gelişim kitaplarında da hep kendilerini arıyorlar. Bunu keşfetmek, beni ısrarla yazmaya itti. Hümanist yanım “sen de yaz” dedi çünkü şunu yap, bunu yapma diyerek insanı kolay kolay değiştiremez, geliştiremezsiniz. Teorik bilgiler ise her zaman insan zihninde doğru yere oturamıyor. Onun için hep başkalarını anlatarak aslında insanlara kendilerini göstermeye çalışıyorum.

Selnur Aysever: Kitaplarınızın bir ana konusu olduğunu söyleyebilir miyiz? Örneğin hoşgörü, korkularla yüzleşme gibi...

Gülseren Budayıcıoğlu: Kitaplarım belli bir düzen, belli bir program çerçevesinde yazılmıştır. İşin en güzel yanı, benim kitaplarımdan birini okuyan kişi, çoğu zaman diğerlerini de okuyor. Bazen sırası karışsa da hepsini okumaları, beni hedefe biraz daha yaklaştırıyor. Hedefim yavaş yavaş adeta bir toplu terapi yapabilmek. Kitaplarımda aslında her biriyle ayrı ayrı konuşuyorum. Onlar da konuşuyor, ben de… Okudukça kendilerini daha değerli, daha özgün ve onaylanmış hissediyorlar. Verdiğim mesajlar akıllarına olduğu kadar yüreklerine de hitap ediyor. Sonra da yavaş yavaş kendilerini sevmeye, anlamaya, hoş görmeye, affetmeye başlıyorlar. Kimi kitaptan sonra günlerce ağlıyor, kiminin kitap eline yapışıyor, onu tekrar tekrar okuyarak o sıcak, o sevgi dolu, onları olduğu gibi kabul eden ortamdan çıkmak istemiyor. Bunun böyle olduğunu bana yazıyorlar. Demek mesaj yerini buldu diyorum. Elimi onların omzunda hissediyorum. Bunu onlar da hissediyor. Hiç tanımadıkları bir dost içlerine giriyor ve onları hiç yargılamadan dinliyor, pek çok şeyi hoş görüyor, affediyor, onları onaylıyor ve her şeyi bildiği halde onları yine de seviyor. Çünkü kitabın ana mesajı şu: Gel, ne olursan ol yine gel… Sen kendini beğenmesen de, sevmesen de, ben seni kabul etmeye, onaylamaya, sevmeye hazırım.

Selnur Aysever: Bir terapinizde “Konuşarak pek bir şeyi çözemeyeceğimiz belli. Siz istemeden ben size yardım edemem” diyorsunuz. Roman okura çözüm sağlar mı?

Gülseren Budayıcıoğlu: Terapi, hastayla hekim arasında tam bir işbirliği içinde yapılabilirse başarılı olur. Biz psikiyatristler, zaman verip, para verip, emek harcayıp terapiye gelen ancak değişmemek, bir şeyleri anlamamak için direnen pek çok insan görüyoruz. Bunun da aslında ruhsal nedenleri vardır ve hekimleri çok zorlar. Roman, okura çözüm getirir mi, diyorsunuz. Sadece psikiyatristlerin yazdıkları değil, dünya klasikleri başta olmak üzere pek çok roman insanın kendini anlamasında çok önemli yol gösterici kitaplardır. Çözüm deyince, biraz da bundan ne anladığımıza bağlı. Bence çözüm öncelikle kişinin kendini tanıması, keşfetmesi ve onaylamasıyla başlar. Eğer kitaplarımda insanlara bu anlamda ulaşabiliyor, çok derinlerde sakladıkları duygularına dokunabiliyorsam, doğru yoldayım demektir.

Selnur Aysever: Terapi için size gelenlere “hasta” olduklarını net bir şekilde söylüyorsunuz. Okurun kendi yaşamı için bu bir risk unsuru olabilir mi?

Gülseren Budayıcıoğlu: Tüm hekimlerin görevi öncelikle hastalarına sorunun ne olduğunu onları korkutmadan, incitmeden, en net biçimde anlatmaktır. Bunu yaparken hastayı üzmek, yaralamak değildir amacımız. Neyin ne olduğunu söylerken mutlaka bunun çözüm yollarını da gösteririm. Özellikle ruhsal hastalıklar insanları çok korkutur. Ben kitaplarımda bu hastalıkların çok acı verse de aslında pek korkulacak şeyler olmadığını, yeter ki insanların bunu bir an önce fark edip hekimlere başvurmasını örnekler üzerinden anlatmaya çalışıyorum. Örneğin depresyon ve panik atak bizim ülkemizde de çok sık rastlanan hastalıklar ve insanların canını çok acıtıyor. Oysa zamanında gelseler, bu acıyı dindirebiliyoruz. Pek çok hastam “keşke kanser olsaydım” diyor. Yani ölüme bile razı. Belki kendisi okumasa bile bir yakını benim kitaplarımdan birini okuyacak ve o ıstırabı bir an önce dindirmenin yolunu bulacak. Ben bu konuda çok hassasım. Denizden bir kum tanesi bile çıkarabilsem, bana çok önemli gibi geliyor çünkü sık sık o acıları yaşayan insanlarla beraberim. Acının ne kadar derin olduğunu görüyor ve hissediyorum.

Selnur Aysever: Terapi öykülerinizin bir kısmı ölüm üzerine. Tanrı inancı, Tanrı ile konuşma, yaşamda misafirlik vb. konulara yer vermenizin sebebi nedir?

Gülseren Budayıcıoğlu: Hayat varsa ölüm de var. Hiç düşünmek istemesek de bu korku aslında yaşadığımız sürece hep bizimle. Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insan ve bu gerçekten ağır bir yük. İşte hep içimizde taşıdığımız ama kimselerle konuşmak, paylaşmak istemediğimiz bu korku, psikiyatrinin ana temalarından biridir ve zihnimizi biraz kazıdığımızda ilk olarak bu korku çıkar karşımıza. Bizim insanımızın pek çoğu inançlıdır. Ben de inanan biriyim. Eğer Tanrı’ya inanıyorsanız, bu dünyada o kadar da yalnız değilsiniz demektir. Bir psikiyatrist olarak da inanmanın insan ruhunun en önemli ilacı olduğunu düşünüyorum. Tanrı’yla ilgili yazdıklarım, sanırım pek çok kişiye hiç yabancı gelmiyor. Biliyorum onlar da bu iç hesaplaşmaları çok yapıyorlar. Hoşgörü, burada bir kere daha devreye giriyor çünkü özellikle bizim dinimizde Tanrı her zaman affedicidir ancak Tanrı’yı sevmekten çok ondan korkmak gerektiği vurgulanır. Böylece insanlar sürekli onları gözetleyen ve her hareketlerinde günah hanesine bir şeyler yazan, ölünce de onları en ağır şekilde cezalandıracak bir Tanrı kavramından korkarlar. Kendini suçlu ve günahkâr ilan eder ve sadece bu bile bütün hayatını mutsuz geçirmesi için önemli bir nedendir. Oysa onu bu yükten kurtarabilsek önce kendisi bu karanlıktan çıkacak sonra da çevreye yaydığı negatif enerji sona erecektir.

Selnur Aysever: “Kral Kaybederse” isimli son kitabınız Kenan Baran üzerine kurulu. Kenan Bey, kendinizi doktor olarak “başarısız” olarak nitelediğiniz bir hastanız. Neden Kenan Baran’ın hikâyesini yazmak istediniz?

Gülseren Budayıcıoğlu: Kenan Baran’la olan terapötik ilişkimiz çok uzun sürdü. Yıllarca onun yaşadığı her şeye, çektiği tüm acılara tanık oldum, dolayısıyla da çok etkilendim. Ayrıca kitabı okuyanların da gördüğü gibi çok farklı, etkileyici bir kişiliği var Kenan Bey’in ve hayat hikâyesi birçok yönüyle insanlara adeta bir hayat dersi veriyor. Gerçek bir hikâye olmasaydı belki bu kadar ilginç olmazdı. Üstelik onun en korktuğu şey unutulmaktı. Kitabı yazmaya başlarken sonunun böyle biteceğini ben de bilmiyordum. Bundan önceki kitabımda yani “Hayata Dön”de bir başarı hikâyesi anlatmıştım okuyucularıma. Bu sefer de bir başarısızlık hikâyesi yazayım dedim.

Selnur Aysever: Son kitabınızı yazarken olayları yeniden yaşadığınızdan ve duygulandığınızdan söz ediyorsunuz. Kendi yanlışınızı aradığınızı söylüyorsunuz. “Kral Kaybederse” için sizin bir iç hesaplaşmanız diyebilir miyiz?

Gülseren Budayıcıoğlu: Çok güzel ve anlamlı bir soru bu. Demek kitabı çok dikkatli okudunuz. Gerçekten de bu bir iç hesaplaşmaydı. Ben, mesleğine tutku derecesinde bağlı biriyim ve hep iyi sonuçlar almaya alışkınım. Kenan Bey’e yıllarca emek verdiğim halde pek de istediğim sonucu alamadım. Gerçi bizim meslekte hastanızın hep yanında olduğunuzu ona hissettirmek bile son derece olumlu bir katkıdır ama yine de onu uçuruma yuvarlanmaktan kurtaramadım. Açık söylemek gerekirse Kenan Bey beni hem çok yordu, hem de kafamı çok meşgul etti. Elinizden geleni yapsanız bile hastayı kaybediyorsanız kendinizi mutlaka sorgularsınız. Ben nerede yanlış yaptım, diye düşünürsünüz. Kendimle çok hesaplaştım. Kendimi yenilmiş hissettim ve sonunda tüm yaşananları ve o sırada hissettiklerimi yazmaya karar verdim. Ancak kitabı bir türlü bitiremedim. Bitiremedim çünkü olay benim içimde bitmemişti. Ne zaman o yeşil defter geldi, işler o zaman çok değişti. Kitabın son bölümünde yazdıklarımı okuyanların hemen hepsi çok ağladıklarını söylüyorlar. Haklılar çünkü yazan da o bölümü yazarken çok ağladı. Böylece hesap kapandı.

Selnur Aysever: “Kral Kaybederse”nin sonsözünde, kişisel gelişim kitaplarıyla kafası karışmış olanlara sesleniyorsunuz. Sözünü ettiğiniz kafa karışıklığını biraz açıklar mısınız?

Gülseren Budayıcıoğlu: Kişisel gelişim kitaplarını genellikle kendini çok yeterli bulmayan; gelişmek, zenginleşmek, kendini aşmak, daha başarılı olmak, hayatı doyumlu yaşayabilmek isteyen zeki insanlar okur. Bu söylediklerim, teorik bilgileri zenginleştirerek olmaz. Ben neredeyse kırk yıldır bu işi yapıyorum. Görüyorum ki her gün yeni bir şey daha öğreniyorum. Bunu araba kullanmaya benzetebiliriz. Direksiyon başına oturup trafiğe çıkmadan sadece teorik bilgilerle araba kullanamazsınız. Hatta okudukça kafanız daha da karışabilir. Şu sıralar bilinçdışını, kader motifini anlatan bir kitap yazmaya çalışıyordum ama şimdilik yayınlamaktan vazgeçtim çünkü onu okumadan önce benim okuyucularımın biraz daha pratik yapmaları gerekiyor. Anlatmak istediğim konuya ilişkin öyle güzel örnekler okusunlar ki, daha sonra vereceğim teorik bilgi şıp diye yerine oturabilsin.

Selnur Aysever: Kitaplarınızı okuyanların içinde hastalarınız da var. Kendini arayan, bulan ya da bulamayan hastalar... Yazarlığınız doktor-hasta ilişkisini etkiliyor mu?

 Gülseren Budayıcıoğlu: Yazarlığım doktor-hasta ilişkilerini çok olumlu etkiliyor çünkü hastalarım terapilerde eksik kalanları da buradan tamamlıyor ve konuyu benimle bu örneği kendilerine uyarlayarak bir kere daha tartışıyorlar. İzin almadan, onları deşifre edecek bir şey yapmayacağımı hepsi biliyor. Bana güveniyorlar. Bu kadar açık ve net yazmama rağmen Kenan Bey’in kim olduğunu bile kimse keşfedemedi. Handan Hanım ve Fadi’den başka…